Zeytindağı'ndan Kesitler.
• Bugün çok ehemmiyetli bir vazife yapmaya gidiyorum, inşallah muvaffak olurum, dedi. Enver kendisini öğle yemeğine alıkoydu. Sofrada Necip Bey bahsi açtı, dili döndüğü kadar konuştu. Enver sonuna kadar konuştuktan sonra:
-Vah Necip Bey vah, dedi, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, Ben Allah tarafından büyük Türk Hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu !
Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu:
- Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruta tımarhanedir.
*
• Çıplak İsa, Nâsıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçemeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizden değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Kemame kilisesinin Hırıstiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her bir parçası ve kilisenin her bir hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hoca da durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik endüstri, binalar her şey Arapların ve ya başka devletlerin... Yalnız Jandarma bizim idi; jandarma bile değil Jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı son bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rastgeliyordum.
*
• Birinci Millet Meclisinde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi "ve" demek yerine, Araplar gibi "vua" dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da:
- Türk müsünüz ?
Sorusuna birçok defalar cevabı:
- Estağfurullah ! idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
*
• Medine kasabası birçok kez boz renkli hurma gövdesinden belli olur. Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselâmsız, titremeksizin ve korkmaksızın ismini ağzımıza alamadığımız Peygamberi'in şehrindeyiz. Eski müphem ahret hayaletlerinin içimde kımıldadığını hissetmeli idim.
Bu his, Medine'de büsbütün biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlâksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine'li uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.
*
• Toz ve ter içinde bulunarak Ravza'nın yeşil kubbesibe kavuştuk. Peybamber bu kubbenin altında yatar. Türbesi, yaşadığı zaman kendi evi idi. Ravza işte bu türbeyi çeviren o camidir. Son asır içinde elimizin değdiği her şey gibi, orasını da badana, sarı boya ve kalın çiçeğe boğmuşuz.
Türbenin içine girmek bir imtiyazdır. Kapı anahtarlarını uzun boylu Habeşler saklar. Zaten Medine'nin bütün dekoru Peygamber'in sanduka örtüsü ile bu Habeşlerden ibarettir.
Asıl Müslüman şehri, din şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehir İstanbul olduğunu Medine'de büsbütün anladım.
*
• Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yanyana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar, İngiliz misiniz ?
-Yaşa İngiliz
-Türk müsünüz ?
-Yaşa Türk !
Siz vereceğiniz nişan veya altını hesap ediniz. O dakikada beklediğiniz iş yapılmıştır. İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harp cephelerinin ta ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlar az değildi.
*
• Dün kıtasından geri kalmış bir ere rastgeldim. Ağırlığı on defa daha ağır, esvabından, kundurasından, atından başka üstünde ne varsa hepsinden şikayetçi idi. Geçerken bana döndü:
- Bir su doldur hemşeri...
Temiz bir bardak içinde berrak bir su verdim, birkaç bardak içti. Dudaklarının kenarından sızan su, kaç gündür çenesinde biriken tozu ince çizgileriyle yarıyor ve çamur hatları vücuda getiriyordu. Uzun bıyıklarından ve uzamış sakalından akan suları avucuyla silerek:
- Canına değsin, burasu Kerbelâ... dedi.
*
• Burada İstanbul'lu çocukları görmelisin. Hepsi çölün bütün zahmetlerine ne kadar çabuk alıştılar. O bizim genç arkadaşların, bir sene sonra Sina'da kahramanlar gibi dolaşacağını düşünebilir miydik ?
Her şeyi kolay düşünüp ferahlamakla beraber, gene her bıraktığımız ölü için ümitsiz bir keder duyuyorum. İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir.
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder